Elliott Smith’le tanışmasını The Royal Tenenbaums’a borçlu olan binlerce kişiden biriyim. 90’larda Kadıköy’de takılmadığımız için kimse bizi suçlayamaz. Ancak Elliott Smith ile ilişkimi uzunca bir süre The Needle in the Hay’den öteye geçiremediğim için, çıplak ayakla legoya basmak ile ıslak ekmek yemek arasında kalan aralıktaki cezaları kabul edebilirim.
Gariptir, külliyatına baştan ya da en büyük klasiklerden değil de Figure 8 albümünden başladım. Jon Brion’ın hiç bir zaman yayınlanmayan ama Youtube sayesinde değerlenen programında Son of Sam ile başladı takıntı. Hem dinleyerek, hem çalmaya çalışarak. Halen inanılmaz bir Elliott Smith şarkısı olduğunu düşünürüm. Akorlarıyla ve sözleriyle. Bir seri katilin lakabını taşıması ve sözlerinin de gerçek Son of Sam olan David Berkowitz’in ağzından yazılmış gibi gelmesi her zaman ürkütür.
Elliott Smith zaman zaman anaakım damarlarına bassa da nedense bizde akla “90’lar Kadıköy’ü”nü getiren bir etkiye sahip. Kalın deri bileklikler, duvar önünde poz vermeler, dağınık ve tekrar edilemez yazı fontları. Ancak o günlerle birebir tanık olmamış birisi için Figure 8 ve XO albümlerinin anlaşılması gereken başka tarafları da var: Elliott Smith, ’95 yılında fırlamış, dönemin harbici hipster barınağı Portland’dan bağımsız plak şirketiyle bir albüm çıkarmış ve namını o şekilde yürütmüş. Ama bütün bunlar 5 sene içinde değişmiş. Elliott 1999 yılında Oscar adayı olmuş, Dreamworks’ten iki albüm çıkarmış ve işin daha çılgın tarafı, milyonlar tarafından beğenilecek bu albümleri yaparken, bir kere bile tekleyip arkasındaki indie geçmişine takılmamış bir tip. Portland’da akustik gitarı ile kendi başına albüm kaydeden adamdan, Abbey Road stüdyolarında albüm kaydeden adama geçişte eli bir kez bile titrememiş ve harbici Hipsterları bu özelliği ile tedirginliğe düşürmüş.
O günlere tanık olmadım, ben de bilmiyorum. Sadece tüm zamanların en çok tartışılan ancak aslında tartışılmasına mahal bile verilmemesi gereken sitesi Pitchfork’un kurucusu Ryan Schreiber’ın yalancısıyım. Schreiber, Figure 8 eleştirisinde, resmen zamanın ruhunu, Zeitgeist’i pompalamış ve döneminden indie müzik camiyasının Elliott’un bu yetenekleri karşısında yaşadığı şaşkınlığı fevkaladenin fevkinde anlatmış. Bir albüm eleştirisinin illa o albümle sınırla kalması gerekmediğini kanıtlamış. Burdan okuyun.
İlk iki albümse yine bir dürtükleme sonrası geldi. Pitchfork’ta geçen sene, Elliott Smith’in 10. ölüm yıldönümünde çıkan Oral History yazısı bu iki albüme, hatta Elliott Smith’in erken dönemlerinde Heatmiser ile kaydettiği şeylere dalma fırsatını sundu önüme. Yazı elbette ki Amerikalıların hazırladığı bir Oral History olduğu için muhteşem. Akıyor gidiyor. Elliott Smith’in sadece bir şarkısını duymuş olsanız bile okuyun.
Not: Bu Oral History geyiğini açıklamak gerekli mi bilmiyorum. Belgeselin yazılı olan türevi diyebilirim. Pek çok insanın bir olay/kişi etrafında verdiği demeçler bir yazar tarafından derleniyor ve kronolojik olarak yazılıyor. Henüz Türkçe’de böyle bir şeye tanık olmadım. Zaten bu kategoriyi keşfedişim de 2012’de Grantland’de İndiana Pacers – Detroit Pistons kavgasının anlatıldığı Oral History’ydi. Halen hayatımda okuduğum en akıcı ve sürükleyici metinlerden biridir.
Leave a Reply