blog.cemunalan.com.tr

Dinlediğim Müzikler

30 Eylül 2017

Uzun dönem bir veriyi saklayıp daha sonra onu didiklemeye bayılıyorum. Google Photos arşivinde kaybolmak, eski Ekşi Sözlük entrylerimi ve günlüklerimi okumak bana büyük keyif veriyor. Gurur duyduklarımdan biri de last.fm skroplamalarım. Aşağıda göreceğiniz gibi 2009’dan beri bir şekilde buraya bir şekilde veri kaydedebilmişim. Tahminen kaydettiklerimle, kaydetmeyi unuttuklarımın sayısı eşittir ancak yine de mana çıkaracak kadar şey var.

Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa 2010’dan itibaren bilgisyarda iTunes üzerinden, mobilde de Nokia Xpress music tarzı bir telefon üzerinden last.fm’e skrop yapmaya başladım. Hayatımın en çok müzik dinlediğim ve keşfettiğim dönemine geldiği için hızlı bir başlangıç oldu.

O zamanlar daha çok alternatifin alternatifi şeylere sarmıştım. Bant Mag alıp arkasındaki yeni albümler listesine baktığımda çoğunu bir kere de olsa dinlemiş oluyordum. Pitchfork’ta “Best New Music” etiketi almış albümleri kesinlikle bir kere dinliyordum. Aynı zamanda geçmiş yıllardan da çok önemli gruplar keşfediyordum. Anlayacağınız baya uçlardaydım.

Bu durum, okulun ağırlaşması, mezun olmak istemem, okul bittikten sonra hayat stresi ile birleşti. Müzik dinlemek öncelik verdiğim şeylerden biri olmaktan çıktı. 2013’ten sonra hiç yeni bir şey keşfedemez oldum. Spotify modası geldi, ne olduğunu anlamadım. Halen eski usül 50 GB müzik arşivinden seçtiklerimi telefona ara sıra atarak müzik dinlemeye devam ettim. Bu da elbette yeni şeyler keşfedebileceğim kanalları daralttı. 2014-2015 yıllarının bu yüzden oldukça düşük olduğunu düşünüyorum.

2016’da hayatım düzene girmeye başladı. İşe girdim ve açık ofis ortamında çalışmaya başladım. Açık ofis resmen kulaklık ve müzik demek. Spotify abonesi oldum ve haftalık önerilerini kaçırmadım. Elbette hiçbir zaman o 2009-2010 periyoduna dönemeyeceğimi de fark ettim bu süreçte. Vaktimi yeni müzik keşfetmeye ayıramıyordum ve müzik zevkim eskisi kadar seçici değildi. En önemli keşif kaynağım Spotify’ın haftalık öneri listesi oldu. Dinlediklerimin arasında bolca farklı şey karıştı. Jake Roper’in JAM listeleri sayesinde ciddi elektronik müzik dinlediğim haftalar oldu. Türkçe Rap bile dinledim kısa bir sür de olsa. Müzik zevkinin sürekli değişmesi gerektiğine inananlardanım ancak bu dinlediklerimin çoğu da gelip geçici şeylerdi. Bende ciddi bir etki bırakmadı.

Şimdi tek tek en çok dinlediğim grupları anlatayım.

Radiohead


Birincilik açık ara farkla Radiohead’de. Elbette bunun gelmiş geçmiş en iyi grup olmasıyla da alakası var.

Radiohead’i ne zaman keşfettiğimi kesinlikle hatırlamıyorum. Ancak 2007’de In Rainbows çıktığında albümün ücretlendirme yöntemiyle alakalı haberleri okuduğumu, lisede de bir iki kere Radiohead muhabbetinin açıldığını hatırlar gibiyim. 2007’den beri dinlediğimi varsayıyorum o yüzden.

Bu listedeki grupların her birini belirli dönemlerde ciddi takıntıyla dinledim. Bu takıntı geçtikten sonra hepsi müzik listelerimde kaldılar ancak sadece arada bir eski albümleri dinlemekten öteye giden tekrar keşfediş yaşayamadım (buna istisna Stephen Malkmus ve belki Spoon olabilir). Radiohead işte o anlamda inanılmaz bir grup. Devasa repertuarı ile hayatımda çok rahat 4-5 kere Radiohead fazından geçmişimdir ve bu kadar dinlemeden sonra hala takılacak bir şey, keşfedecek bir B-track, loopa alınacak bir canlı performans bulmuşumdur. Bu durum hala ve hala devam ediyor. Eminim Radiohead yeni bir albüm çıkarınca bir fazdan daha geçeceğim.

Spoon


İkinci sırada olmasına şaşırdığım bir grup Spoon. Yukarıda bahsettiğim tekrar keşfetme durumu Spoon için de belki bir nebze geçerli olabilir. Zira kendilerini 2010 civarında keşfetmeme ve Ga Ga Ga Ga Ga albümünü defalarca dinlememe rağmen ciddi ikinci bir Spoon fazının gelmesi 2017’yi buldu. Bu sefer tekrar klasik albümlerine girdim ve hatta ötesine geçip Girls Can Tell‘in muhteşemliğinin tadını çıkardım. Me and the Bean büyük ihtimalle 2017’de bulduğum en iyi şarkı.

Daha önceden de başka bir yerde yazmıştım. Bu ikinci dinleyişimde şunu fark ettim ki, Spoon inanılmaz şarkılar yapmış olmasına rağmen (Don’t You Evah, Japanese Cigarette Case, I Turn My Camera On) sanırım Britt Daniel‘ın şarkıları söyleşiş biçiminden olsa gerek hiç konserde bağıra çağıra eşlik edilecek bir sing-along yapmadı. Bu da onların popülaritesine etki ediyor sanırım.

Yine de Metacritic tarafından tarihin en başarılı grubu seçilmiştir eleştirmenlerden aldığı puanlara göre.

Interpol


Interpol‘ü lisedeyken Friends dizisinin 8. sezonun sonundaki (SPOILER İÇERİR) Untitled şarkısıyla keşfettim. Heralde bir şarkıya ve bir grupa daha şiddetlice bağlanmamıştım. Lisede olmak, uçan kaçandan etkilenen jöle gibi bir zihne sahip olmak da yardımcı oluyordu heralde. Hatta eğer o zamanlar Last.fm kullanıyor olsaydım eminim Interpol Radiohead’e yakın bir dinlenme sayısına sahip olurdu.

Elbette Radiohead ile Interpol’ü aynı sepete koyamıyorum. Hiç durmadan Interpol dinlediğim günlerden sonra hiç ciddi bir dönüş yapamadım. Interpol’ün külliyatında kaybolacak bir derinlik bulamadım. Yeni albümlerin gelmesi de bu durumu değiştirmedi. Eskiden kabul edemezdim bunu büyük bir hayran olarak. Şimdi bununla yüzleşebiliyorum.

Sanırım Interpol’ü bu tweet çok güzel özetliyor.

The Walkmen


2010 yılında çıkan Lisbon albümüyle keşfettim The Walkmen‘i. 13melek blogunun aktif olduğu yıllarda onun sayesinde ilk kez dinlemiş ve ilk dinleyişte aşık olmasam da albümü bir kaç kere döndürmüştüm.

Daha sonra You & Me albümünü buldum. The Walkmen’in en iyi albümü olduğunu düşünüyorum. Biraz Spoonvari geliyor kulağa. Ancak biraz daha eşelemek gerekiyor tadını çıkarmak için. Aynı şekilde Everyone Who Pretended to Like Me Is Gone da biraz dinlendikten sonra kulağa güzel gelmeye başlıyor.

2011’de Türkiye’deki konserinde bulunduktan sonra heralde bir daha dinlemedim. Sanırım bir grubu dinleme serüvenine güzel bir kapanış oldu.

Elliott Smith


Elliott Smith buraya oldukça sinsice yükselmiş. Eğer bu listeyi aklımdan yapıyor olsaydım ilk 10’a bile koymazdım. Hiç o kadar dinlemişim gibi gelmiyor.

Elliott Smith’i ilk olarak The Royal Tenenbaums‘un heralde en ikonik sahnelerinden birinde çalan şarkıyla keşfettim.

Elliot Smith hakkında daha önce bu blogda bir yazı yazmıştım. Dolayısı ile onu linkleyip bırakacağım.

Unuttuklarını Kendine Sakla

Öte yandan şu aşağıdaki akustik kaydın da ayrı bir yeri vardır bende.

Steven Malkmus and the Jicks


Bu listede külliyatı en derin isim Steven Malkmus kesinlikle. Totalde 10 albüm. Onlarca B-side. Ayrıca Pavement zamanı yayınlanan albümlerin 2 CD’lik deluxe versiyonları. Sert, adamı bozguna uğratan albümlerden daha melodik şarkılara uzanan uzun bir yolculuk bu külliyatı keşfetmek. Zaten Pavement ve Steven Malkmus and the Jicks’in dinlenme sayılarını toplarsak ikinciliğe oturuyor. Dolayısı ile aslında benim hayatımda çok daha değerli bir yere sahip.

Öte yandan 2014’te çok istediğim bir işe giremediğimi öğrendiğim e-posta’yı okurken, elimde gitarla Grounded şarkısını çalmaya çalışıyordum. Unutamam. O kadar koymuştu ki. İyi ki elimde gitar vardı da çalmaya devam ederek bir nebze sakinleşmiştim. Ayrıca, iyi ki de o iş olmamış.

Editors


Kafamda Interpol ile benzer klasmana koyduğum bir grup oldu Editors artık. Aynı Interpol gibi, bir büyük klasik albüm, onu takip eden yarım klasik albüm ve daha sonra da hayatta kalma çabalarını sembolize eden, “eski soundumuza döndük” albümleri.

Editors, Interpol’ün aksine daha cesur ve farklı albümler yapmayı denedi (In This Light and on This Evening). Ne kadar başarılı olduğunu zaman gösterecek. Ancak son dönem albümleri biraz 2005 yılı müziklerinin tekrar paketlenmiş hali gibi duruyor ve bu durum hoşuma gitmiyor.

Ancak Editors’un akustik damarını hiç kaybetmemesini çok takdir ediyorum. Hatta yaptıkları müziklerden bağımsız olarak, akustik performans vermeye devam grupların acayip bir özgüvene sahip olduğunu düşünüyorum. Editors’un 2006 yılında verdiği dört şarkılık performans izlenmelidir. Bu performansları taklit etmeye çalışarak ilk gitar çalma çabalarımı göstermiştim.

Wilco


Pitchfork’tan 10 puan alan grup olarak karşıma sıklıkla karşıma çıkıyordu ancak dinlediğimde bir şeye benzetemiyordum. 13melek’te How to Fight Loneliness’a dair bir blog post görünce birden değişti grup benim için.

Jeff Tweedy oldukça karizmatik bir adam. Migreni olan oldukça aksi bir adam olarak portre ediliyor. Bunun karizması onu baya götürüyor. Ancak aslında onun çok doğru müzisyenleri Wilco’ya dahil ederek acayip yerlere getirdiğini görüyorsunuz. Nels Cline ve Glenn Kochte parmakla gösterilecek yetenekte müzisyenler.

En iyi albüm: Yankee Hotel Foxtrot En iyi şarkı: How to Fight Loneliness

Metric


Erken dönem albümleri büyüleyicidir. Bence 90’lar benzeri Pop/Rock’ını 2000’lerde harika temsil eden bir yanları vardı. Ancak daha sonraları iyice Fifa müziği tarzı şeylere sardırdılar. İtiraf edeyim son albümü dinlemedim bile. Emily Haines’in yeteneği ve sesi o albümlerde biraz geride kaldı bence. Ancak ne zaman sakin bir şey yapsa tekrar ortaya çıkıyor (örneğin solo albümleri).

Dediğim gibi ilk iki albümleri güzeldir. Ancak hayranlarının ısrarı sonrası 2007’de tekrar piyasaya sürdükleri gerçek ilk albümleri Grow Up and Blow away hepsinden daha iyidir. Çok yalın, çok catchy, ideal bir pop-rock albümüdür bana göre.

Pavement


(Bknz. Steve Malkmus and the Jicks)

Double CD olan albümleri tüketmeden ölmeyin.

Leave a comment